22 Temmuz 2020 Çarşamba

Söylenecek söz,direnilecek güç halen var!


"Kadınlar bütün haklarına kavuşmadıkça hiçbir Erkek özgür olamaz.
Türkiye'de ya da bütün dünyada bir Kadın,
hayat korkusu içinde titredikçe
hiçbir birey kendini güven altında sayamaz."
                                            Jean Paul Sartre

Yukarıda Jean Paul Sartre'ın Yahudi halkı için söylediği sözü uyarlayarak ifade ettiğim bu sözü not edin.
Çünkü bu saatten sonra diye bir kavram olmasa da yukarıdaki cümle hayatımızın büyük bir kısmında hep olacak.Nitekim Kadınlara karşı yapılan vahşet sadece burada noktalanmıyor.Hatta konular farklı yerlere evriltilip mevcut durum kanıksanıyor.

Size bu yazımda beni derinden etkileyen ve bana kalırsa bu konuda dönüm noktası olan kamu gündemlerini kısaca aktarıp,ifade ettiğim sözün neyi belirttiğini aktaracağım.Belki de dünyadaki tüm toplumun adalet arayışındaki kazanımlarında en büyük paya sahip kadınlara bugün erkek egemen sistemi dayatılarak kapitalist sistemin belki de yerle bir olacağı bir dönemin engellenişi yakalanmak isteniyor.
                                   Rosa Parks(Amerika'da siyahilerin toplu taşıma adaletsizliğine karşı çıktığı için gözaltına alınmasından bir kare.)


Farkındaysanız acının dozu hep birilerinin ölüp ardından diğerlerinin telkin ve önerileriyle sonuçlanıyor.Ancak birşeyler yapabilecek gücü olan hiç kimse kesinlikle eşitler arasındaki iletişimin hukuki bir teraziye bağlanmasını sağlamıyor.

Acının dozu o kadar farklı geliyor ki birşey yapamamanın hüznü dışında artık yaşamanın,konuşmanın ve karşımdaki insanla tartışmaktan bile utanacak;özgürce kendimi ifade edemeyecek haldeyim.
Peki başlangıcını uzun sürelerdir bildiğimiz bu olaylar neden ve nasıl daha da artarak adaletsizce geçiştirildi?

Takvimde 3 Mart 2009 tarihi görünüyordu.Genç bir kadın ömrünün belki de  en güzel ve en umutlu zamanında vahşice katledilmişti.12 yaşımda böyle bir olaya şahitlik etmek öncelikle beni daha sonra tüm benimle yaşıt birçok çocuğun hayata travmalarla başlamasını sağladı.Her ne kadar bu dönemde kadına şiddetin politik olduğu ve daha toplumsal bir sorun olduğunu anlayamamış olsak da bizde büyük olumsuz etkiler yarattı.Bunun dışında dönemin emniyet müdürünün konuyla ilgili açıklamaları da bu konuda adaletsizliğin başlangıç noktalarından biridir benim için.Ardından yaklaşık 6 ay kadar bulunamayan katil,avukatı tarafından yemek yedirilip içirilerek rahat bir şekilde teslim oldu.Katilin bu sürede kaçması ve nasıl olduysa 6 ay gibi bir sürenin geçmesi katilde de bir umut aşılamış olmalı ki teslim olmanın ardından 4-5 sene sonra pes ederek intihar etti.Ancak burada da birşeyler hep atlandı.Ne katil cezasını çekti,Ne de bu acı son buldu.

Kadının yaşamına müdahaleyle başlayan ve  ardından birçok yaptırımla devam eden süreçte Kadınların konuyla ilgili direnişi ve mücadelesi benim zihni yaşamımda birşeylerin oturmasını sağladı.Ancak işin en acı noktası şu ki devlet kademesinden yapılan açıklamalar hem gaddarca hem de geri dönülemezdi.Yaptırımların korunması için özür dilenmeyecek sözler edildi ve bu sözler o dönemde her ne kadar gündem edilse de bu siyasi karakterler tarih sahnesinden çıkartılmadı.Bu durum sanırım birçok ifadenin de kanıksanmasına önayak oldu.

Ardından Şule Çet'imize olan durum ve medyada katil zanlılarının ve zanlı avukatlarının bu konuda oldukça rahat ithamda bulunmaları oldukça çirkin bir görüntüydü.Bu ifadelerin rahatlıkla konuşulması ve medyanın buna yoğun bir şekilde magazin eki tarzında gündemde yer vermesi söylenen sözlerin bir kez daha kanıksanmasına ve organize bir tepkinin olmamasına neden oldu.

Ve yaşanan onlarca cinayetin ardından Rabia Naz'ın davasının düştüğü şu günlerde bir vahşetle daha karşı karşıyayız.Medya yine bomba gibi.Sanki bir yaşam kaybedilmedi,bir hayat son bulmadı da bir haber değeri filizlendi ellerinde.Medya dediğime de bakmayın.Bahsettiğim mevzu bahis medya kuruluşları kanla beslenen,sürgündeki ve hapisteki dostlarını tanımamazlıktan gelen endüstriyel medyadır.

İnanın artık bu konuda söylenecek söz kalmadı diyebileceğimiz bir noktada değiliz.Elimizden geleceklerin sadece %1'ini dahi kullanmadık.Kadınlar ve çocuklar katledildiği ve yasal olarak adaletini doğru şekilde bulamadığı bir ülkede hiçbirimiz "bu konu nazarında" özgürce dolaşamayız.
Bir kadın hayat korkusu içinde titredikçe hiçbir birey kendini güven altında saymasın.
Devamını Oku »

21 Temmuz 2020 Salı

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ




Devamını Oku »

20 Temmuz 2020 Pazartesi

Acıyla Beslendi Şiirlerim




“görünmez bir mezarlıktır zaman

şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
– tahrip gücü yüksek-
saatlı bir bombadır patlar
an gelir attila ilhan ölür
                      Attila İlhan

Çocukluk yıllarında bir insanın şiir okuması(hele ki okuma yazma bilmiyorsan) oldukça zordur.Ki anlamak da çoğu zaman zordur.Fakat çocukluğumun musmutlu geçen memleket yolculuklarında Ahmet Kaya,Ferhat Tunç,Zülfü Livaneli,Grup Yorum ve Umut Altınçağ şarkılarıyla tanıştım.Bu sayede de şiirlerle tanışmış oldum."Nasıl?" diyecek olursanız yolculukta en çok dinlediğimiz Ahmet Kaya albümü Sevgi Duvarı'ydı.Albümün adı dahi Can Yücel'in bir şiiri'nin adından alınmış.(Tabi albümün içinde yine aynı şiirle bir şarkı da mevcut.)Gerisini siz düşünün...

İlkte anlamsızca hoşuma giderek dinlediğim türküler büyüdüğümden olacaktır ki eskisinden daha çok kalbimin acı kumaşına uyuyordu.Daha çok üzülür olmuştum.Sanırım o çok sevdiğim şiirlerin şairlerinin ve onları besteleyen güzel insanların birçoğunun haketmediği ölümleri ve haketmediği hasretleri yaşamasını öğrendiğimden kaynaklı bu hüzün.Ahmet Kaya'nın yine Attila İlhan güfteli şarkısında geçen "şairler saf saf dolaşır" sözü sanırım birçoğumuz için memleket uzağında biçare olmayı da anımsatıyor.

Şiirin özü gözlem ve gözlemlerin yarattığı duygusal etkidir.Şimdi memlekete dönersek her yer şiir için fazlasıyla mutluluk,acı ve telaşla dolu.Gözlemi bırakın yaşadıklarını anlatmanın bile artık direkt olarak manzume tarzında döküleceği bir dönemi yaşıyoruz.

Tabi şairler acılarını bu kadar derin duygularla anlatmasalar sanırım biz de dış çevrenin değil de onların acılarını duyamayacaktık.

Zülfü Livaneli'nin Ahmet Kaya'nın bir dönem yaptığı "Ahmet Abinin Vapuru" adlı tv programında "Yiğidim Aslanım" adlı bestelediği şiirin Bedri Rahmi Eyüboğlu'na ait olduğunu anlatırken "Keşke artık bu şarkıları bir acı kaybımız için değil de sadece dinlemek için söyleyebilsek" gibi bir cümle kurmuştu.Belki de memleketi anlatan cümle olmasıyla beraber en acı cümle de olabilir.Sanırım çocuk kalmayı en çok istediğim anlardan biri de şiirleri acılarını anımsayarak okumak,dinlemek...Sivas Katliamı'nı öğrenmeden önce dinlemesi biraz daha hafif ve güzel gelirdi.Şimdilerde bu acının üzerinden 27 yıl geçti.
Her kim acının zamanla geçeceğine inanıyorsa şöyle söyleyeyim:

Acı geçmiyor,ama acının bir gün biteceği umudu da..

Kaldırın Duvarları
Yıkın Gitsin Hepsini
Ne Böyle Zulüm Olsun
Ne De Böyle Şarkılar
          Zülfü Livaneli










Devamını Oku »

14 Temmuz 2020 Salı

Şehrin Acıya Gülen Sahipleri




"Belediye Başkanı:
 İnsan memleketini niye sever? Başka çaresi yoktur da ondan... Ama biz biliriz ki bir yerde mutlu mesut olmanın ilk şartı orayı sevmektir. Burayı seversen, burası Dünya'nın en güzel yeridir. Ama Dünya'nın en güzel yerini sevmezsen, orası Dünya'nın en güzel yeri değildir..."
                                                                                                            Vizontele filminden bir kesit...


Nüfus; bir bölgede,şehirde ya da ülkede oturanların tümünün sayısal olarak ifadesidir.Tanım olarak böyle ifade etsek de yukarıdaki replikte de aktarmaya çalıştığım gibi bir insanın yaşadığı yer sadece rakamlarla veya adreslerle ifade edilmez.Anılarını bırakırsın yaşadığın yerde.Güldüklerini,ağladıklarını,bulduklarını ya da kaybettiklerini... Bir şehirde yürüdüğün zaman (hele ki orada uzun yıllar yaşamışsan) her köşede anılarını ve şehirde yaşayan başka insanların anılarını yakalarsın.
(İstanbul Belediye Meclisi'nin ilk kadın üyesi, eğitimci Nakiye Elgün, 1930 yılında Taksim Cumhuriyet Anıtı önünde dünyanın ilk Çocuk Hakları Bildirgesi'ni okuyor.)


Size küçük bir anımı anlatmak istiyorum.Bundan yaklaşık 3-4 yıl önce kadar bir tiyatro oyununun müzikleri için Balıkesir Ayvalık'ta düzenlenen Geleneksel Ayvalık Tiyatro Festivali'ne dostlarımla beraber gittim.Festival'de oyun gösteriminden sonra kısaca bir Cunda Adası gezisi yaptık.Bu sırada eski yapımlı küçük bir evin giriş katında bir takı dükkanına girdik.Dükkanın sahibi 75-80 yaşlarındaki Nesrin Teyzeydi.Nesrin teyze, hemen sıcacık samimiyetiyle benimle konuştu ve kime neden hediye almak istediğimi sordu.Cidden sorunun en anlamlısı diyebilirim.Bir insan neden hediye almak ister?Bir anlamı olmalı hediyenin ya da takının.Nasıl bir candan sorduysa ben de ona sevdiğim kadını ve ona karşı duygularımın nasıl olduğunu anlattım.O kadar memnun kalmıştım ki anlatırken sanırım ilk defa birine sevdiğim kadını bu kadar betimleyerek anlattım.Hem mutlulukla karşıladı hem de bana kendi yaşamındaki inişlerden çıkışlardan kısa öğütler verdi.Ayrılmadan önce de anlamını bana anlattığı taşlı kolyeyi sevdiğim kadına vermemi istedi.Öyle samimi geldi ki sohbet numaralarımızı birbirimize verdik ve belki yıllar sonra denk geliriz bir çay-kahve içeriz diye sözleştik Nesrin teyzeyle.Şimdi aradan neredeyse 3-4 yıl geçti ve şu an çalıştığım iş yerinde bir sohbette Nesrin teyzeyi çok iyi tanıyan biriyle karşılaşıyorum.

Demek istediğim anılar bir şekilde peşimizden koşuyor.Biz peşine gitmesek de onu aramasak da o bir şekilde karanlığı yırtan güneş gibi ortaya çıkıyor ve bizi buluyor.

Şimdi kendi şehrimize dönelim. İstanbul'a...

Benim doğduğum,büyüdüğüm,öğrendiğim...aşık olduğum şehirdir İstanbul.

Mahallelerinde çocukluğumun geçtiği, her zaman mutluluğun olmadığı yani acıların da mutluluğa dahil olduğu şehirdir.
Aslında belki çok basit bir cümle gibi gelse de acıya gülmenin en yoğun duygularla yaşandığı şehirdir İstanbul...

Bizim çocukluğumuzda acıya gülmek başkaydı.Samimiyim bu konuda.Çocukken her neden bilinmez sokaklar arası büyük rekabet yaşardık.Aynı sokaktaki arkadaşlarla yan sokaktaki çocuklara karşı futbol maçı kazanmak,onların bulunduğu ortamda kendi sokağındaki arkadaşlarını savunmak kadar masumane duygular.Ancak bununla da yetmiyordu.Sokaklar arasındaki arsada birbirimize taş fırlatıp savaştığımız da olurdu.Ama tabi bizimkisinin sonucu onurlu bir barış değil onurlu bir savaştı.Bu savaşın tarihi önceden belirlenir, varsa hortumdan silahı ve kağıttan mermisi olan okçuların yerleri belirlenir ve sonucun ne olacağı bilinmeden cesaret gösterisi yapılırdı.
Tabi burada ben 6 yaşında ve oldukça kısa olduğumdan olacaktır ki hiç elime taş almadan kalabalıkla beraber koşardım.Ne yazık ki kafama iyi bir taş yediğimden beridir de bir daha bu savaşa katılmadım.(Halen izi durur.)

Benim,bizim ve sizlerin yaşadığı yaşamasa da uğramasa da anılarının olduğu şehirdir İstanbul.

Şimdilerde sayımız arttı.Kalabalıklaştık.Yoksulu-zengini,işçisi-emekçisi vs. tamı tamına 16 milyon insan olduk.Tabi böyle bir şehir için bu sayı normal gelmeli.Son 20 yıldaki hükumetlerin nüfus ve göçmen politikasının yanlış olmasını geçtim,tarihiyle,kültürüyle ve anılarıyla artık anılmayan bir İstanbul yaratıldı.
İstanbul artık sermayesiyle,kârıyla ve gelecek hedefleriyle hareket eden bir şehir.Bana öyle geliyor ki bir şehrin hedefi sadece o şehirde yaşayan insanların geçimini refah seviyede yaşaması gibi bir türden olması gerekiyor.Ancak bu hükumetler genel olarak bir ülkenin geçimini tek bir şehirden hedefliyor ve burada güzel İstanbul'u tarihsiz bir şehir haline getiriyorlar.Hatta ithal tarih,kültür ve sanat getirmeye çalışıyorlar.Neden yapıldığı ve şehrin içinde kimin çıkarıp parasını verebileceği bilinmeyen rezidanslar,yaşam kentleri,finans merkezleri ve kanallar...Sanki İstanbul ülkenin tek kara parçasıymış gibi yapılan bu çarpıklıklar şehri belki de bir gün gelecek yıkıma sürüklüyor.


İstanbul yüzyıllarca savaşların sonunda barışların,hüzünlerin sonunda mutlulukların ve hasretlerin sonunda aşkların yaşanmış olduğu bir şehirdi.

İronik gelebilir ama
İstanbul artık acıya gülünemeyen ve sokaklarında anıların korkudan kaçtığı bir şehir...


....
Sen şimdi yalnız saçımın akında
İnfarktında yüreğimin
Alnımın çizgilerindesin memleketim
Memleketim, memleketim...
Nazım Hikmet Ran,Prag, 8 Nisan 1958





Kaynakça:
Başlık Fotoğraf:yapi.com.tr
Video:Orçun Baş(twitter.com/orcunbas_)


Devamını Oku »

9 Temmuz 2020 Perşembe

Geleceği İnşa Edecek İnsan














NERDEN GELİP
 NEREYE GİDİYORUZ? 

Başlangıç

Doğrultup belimizi kalktığımızdan beri iki ayak üstüne,
kolumuzu uzunlaştırdığımızdan beri bir lobut boyu
                                                                ve taşı yonttuğumuzdan beri
            yıkan da, yaratan da biziz,
yıkan da yaratan da biziz bu güzelim, bu yaşanası dünyada.

Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı,
arkamızda kalan yollarda ulu uyumları aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin,
toprakta, taşta, tunçta, tuvalde, çelikte ve pılastikte.

Kanlı ayak izlerimiz mi önümüzdeki yollarda duran?
Bir cehennem çıkmazında mı sona erecek önümüzdeki yollar?

...

Nazım Hikmet Ran

Nazım Hikmet'in belki de en sevdiğim şiirinin ilk kısmındaki ifadeler insanlık tarihine dair çok net bir özet.

Sahi kimiz biz?Ne olduk,nereden geldik ve "nereye" gidiyoruz?


Detaya girmeden tarihimizi kısaca geriden ileriye aşamalı olarak sarmak istiyorum:

Varlığımızı keşfettik,hayatta kalmaya çalıştık,düzeni var ettik...

Evet,bu kadar basitçe anlatmak gerekirse bunu diyebilirim.

Varlığımızı anlarken ve hayatta kalmaya çalışırken edindiğimiz deneyimleri var ettiğimiz düzene iletmede iyi olduğumuz söylenemez.Nitekim yüzyıllardır süren savaşlar,yoksulluk ve krizler bundan kaynaklı olduğu aşikar.Ancak bu sorunlara birgün "dünün dünyası" diyeceğimiz zamanlar da çok uzakta değil.

Bugün insanlık hayatta kalmak ve varlığını devam ettirmek için bir mesleğe herhangi bir şekilde mensup olarak emeğini vermekte.Bu hem işçilik olsun hem emekçilik olsun her noktada bu konuda aynı durumda.Ancak yarının dünyasında meslek kavramı kısmi olarak kalkabilir.Yani mesleklerdeki bilgi birikiminin teknolojiye entegre olmasıyla beraber dünyadaki çalışma hayatında birçok meslek sadece birbirleriyle aynı derecede teknolojik bilgiyle karşılıklı meslek değiştirebilecekler.Bugün zaten var olan bu çapraz meslek anlayışı ileride oldukça artacak.

Gelmek istediğim konu aslında geleceğin insanının artık sadece bir alanda değil birçok alanda bilgi sahibi olması gerekeceği.Çünkü ne yazılım eskisi gibi yazılımcıda kalacak ne de finans eskisi gibi finansçıda.Geleceğin toplumunun inşasında 4 işlem bilmek kavramı hepimiz için değişebilir.Toplama-Çıkarma ve Bölme-Çarpma işlemleri yerine bilmemiz gereken daha farklı sabit bilgiler olması muhtemel.

Bu değişimin sonucunda dünün dünyasında (aslında şimdi) yaşanan toplumu eksik bilgilerle yanıltma da her alanda azalacak diye düşünüyorum.

Yarının dünyasını hayal ederek yaşayalım,hedeflerimizi ve amaçlarımızı buna göre daha cesur ve daha inanarak belirleyelim...

Devamını Oku »